Her zamanki otelimize yerleşiyoruz. Kim bilir kaçıncı kez aynı otel. Odaları, koridora döşeli halıların rengini, kapının üzerine asılı oda numaraların tanıdıklık hissini seviyorum. Odadan içeri girince evimin kapısından içeri giriyormuşum gibi bir his doluyor içime. Sabah kahvaltının kaçta başlayacağını, hangi masanın gün ışığıyla aydınlanacağını biliyorum. Yağmurlu günlerde de o cam çatılı avlunun altında oturmak çok keyifli. Paris’te olmak çok keyifli zaten. En son 407 numaralı odada kalmışız. Şimdi o zamanı çok özledim.
Belli ki ayaklarım beni bir yerlere götürüyor yine. Böyle yalnız zamanlarımda Grands Boulevard’a çıkıp Rue Montmartre’dan aşağı doğru Les Halles’e kadar yürüyorum. Otelimizin olduğu o geniş bulvar geride kalıyor böylece. Le Marais’ye gitmenin daha kısa yolları olsa da her seferinde başıboş ayaklarım beni nehrin kıyısına kadar götürüyor. Fotolara bakınca bacaklarımın doğruca Rivoli Caddesine yöneldiğini görüyorum oysa. Louvre Müzesi yanıbaşımda; atlı polisler geziyor etrafta. Coronanın adı yeni yeni duyulmaya başladıysa da kimse bu virüsün Çin’den kalkıp buralara kadar gelebileceğine gerçekten inanmıyor gibi görünüyor.
Odanın penceresi bu sefer sokağa açılıyor demek ki. Yağmur serpiştirdi bu akşam üstü. Acıktık. Yorgunluk da var üstümüzde ama böyle güzel bir Paris akşamını boş geçirmek istemiyoruz. Sarı ışıkların altında parıldayan sokağa çıkıp yürüyoruz.
Amacımız Chez Michel’e gitmek; gidiyoruz da. Ama bir şey oluyor. Restoran kapalı ya da açılmasına çok var. Anımsamıyorum şimdi. Aynı ıslak sokaklarda geri yürüyüp otelin karşısında bir bistroda yiyoruz. Midemde yüne bir haller var. Frankfurt’tan beri takip ediyor beni rahatsızlık veren his. Salata sipariş ediyorum. Paris’te olduğum için çok mutlu, karnımda dönüp duran ince sızıdan dolayı huzursuzum. Yarın daha iyi olurum inşallah.
Yalnız bir sabah daha. Burada olayım da böyle günlük yalnızlıklara razıyım. Selçuk’un yerinde olmadığım için mutluyum. Paris yanı başımda beni beklerken bir fuar alanında olmak istemezdim. St. Germain tarafına gitmek niyetim. Kitapçıları gezip kafelerde oturacağım. Le Rostand’ı özledim.
En sevdiğim kafe... Kahvaltı etmiş olmama rağmen aç hissediyorum kendimi. Neden bir Fransız gibi ekmek, tereyağı ve reçelin tadını çıkarmayayım değil mi? Ben de öyle yapıyorum. Hava soğuk olduğundan kafenin terasında değil de içerde oturuyorum. Cam kenarında. Oradan bile soğuk hissettiriyor kendini. Şubat ayı şubatlığını gösteriyor işte; kızmamak lazım.
Öğleden sonra olmuş. Hâlâ aynı yerlerde geziniyorum. Kendi kendime konuştuğumdan eminim, hayaller kuruyor olmalıyım. Soğuk canımı sıkıyor azıcık. Beremi kaybettim. En sevdiğim beremdi üstelik. Onlarca berem olmasına rağmen her seferinde bir tanesine vurulup dönüp dolaşıp aynı şeyi kullanıyorum. Bir sarsaklık var üstümde. Sahiden bir flanöz oldum herhalde; hem de en tasasısızından.
Sonunda Chez Michel. Yemeklerimizi seçip yiyoruz. Mütevazı bir esnaf lokantası gibi burası. Camdan yine soğuk geliyor. Selçuk Fransızların bu soğuk işine takılmamasına şaşıyor, biraz da kızıyor. “Üşüyor arkadaş insan!” diye söyleniyor. Yemeklerin çoğunda domuz eti var. Deniz mahsüllerini çok seven benim için sıkıntı yok ama Selçuk’un seçimleri çok daralıyor bu durumda. Ben başlangıç için istiridye seçiyorum, o kaz ciğerli bir şey. Ben ana yemek için balık seçiyorum, o et. Yemekleri ortalama buluyoruz. Daha geleneksel bir mutfak burası. Şaraplarımızı yudumlamak, burada olduğumuz için mutlu olmak yetiyor bize o akşam. Sonra tıpış tıpış otele. Paris gece hayatı nasıl hiç öğrenemedik bunca yıl boyunca.😀
Bizim sokak, bizim şarapçı. Aradığımız St.Emilion şaraplarını bulamıyoruz burada. Sonradan havaalanında denk geliyoruz bir tanesine.
Tek başıma Montmartre’da. Bir tür Amelie sayılırım zaten. Dükkanlara bakıyorum, yürüyorum, ne yapsam diye düşünüyorum. Sırada neresi var?
Camembert peynirini keşfetmem uzun yıllar sonrasına denk geliyor. Allahım nasıl bir lezzet! Selçuk pek sevmiyor. Ben bayılıyorum. Yanına nir bardak da rose aldım mı offff değmeyin keyfime. Ama itiraf etmeliyim ki şimdiye kadar yediğim en güzel Camembert peynirini St. Emilion’da yedim. Bordo seyahatinden ve orada yediğim yemeklerden sonra Paris’i ve yemeklerini sorgular oldum. Öyle açık bir lezzet var ki inkar etmem mümkün değil. Neyse biz yine de keyfimizi bozmayalım, Paris’i tüm kalbimizle sevmekten vazgeçmeyelim❣️
İki kişi yemek yemek tek kişi yemek yemekten her zaman daha güzel.🙂
Dönüş zamanı... Happy Valentine’s Day💖